decorative background image

Kısa Hikayeler (Short Stories)

 

01) Bir Gönülde Dört Sevgi

02) Helva         

03) Mağlûp Oldum Deme!

04) Altıyüz Dirhem İplik

05) Takunyalar

06) Rahip

07) Eşkiya

08) Hakim

09) Cennet Köşkü

10) Hırsızlık Emri

11) Rüya

12) Balta Hırsızı / Wer hat die Axt gestohlen?

 

01) BİR GÖNÜLDE DÖRT SEVGİ

Hazret-i Fâtıma (r.anhâ)'nın yanlarında olmadığı bir an Resûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Efendimiz, Hazret-i Ali'ye sırasıyla; Allâh'ı, Resûlü'nü, Fâtıma'yı ve çocuklarını sevip sevmediğini sordu. Hz. Ali kerramellâhü vecheh, hepsine ayrı ayrı “Evet” cevabını verdi. Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Efendimiz,

— Yâ Ali! Gönül bir tane, sevgi ise dört. Bir kalbe bu kadar sevgi nasıl sığıyor? diye sordu. Hazret-i Ali (r.a.) cevap veremedi. Oradan ayrılıp evine geldi. Hazret-i Fâtıma (r.anhâ), eşini düşünceli görünce sebebini sordu. O da anlattı. Yüksek bir akıl, kuvvetli bir zekâ, üstün bir basîret ve firâsete sahip olan Fâtıma vâlidemiz tebessüm ederek şöyle dedi:



— Ey Ali, babamın yanına git ve bu soruyu, şöyle cevaplandır:
“Yâ Resûlüllah! insanın, sağ-sol-ön-arka diye yönleri olduğu gibi, kalbin de muhtelif cihetleri vardır. İşte ben, Allah Teâlâ'yı aklım ve îmânımla; sizi, rûhum ve îmânımla; Fâtıma'yı nefsimle, çocuklarımı da babalık şefkatimle severim.”


Hazret-i Ali (r.a.) sevinçle yerinden kalkarak Resûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Efendimiz'in yanlarına gider ve önceki suâli yukardaki gibi cevaplandırır. Resûlüllah (Sallallahu Aleyhi Vesellem) Efendimiz, bu cevabın Hz. Fâtıma'dan olduğunu îmâ ederek tebessümle,


— Ey Ali, bu sözler senin değil; ancak Peygamber ağacının dalından toplanmış meyvelerdir, buyurur.

(Kaynak: İslam ve İnsanlık Tarihinde Ünlü Dörtler / M. Edip Gökbakan)

 

 

02) HELVA

Gavsü'l-âzâm Abdülkâdîr Geylânî hazretlerine hizmet edenlerden biri, Hazreti Gavs'ın cemâlli bir zamanında huzûr-ı seniyyelerine çıkarak:
— Efendim! Cenâb-ı Hakk zâtınıza kudretinin tasarrufunu bahsetmiştir. Onun için istediğiniz kimselere nazar-ı âlîniz ile bir çok rütbeler veriyorsunuz. Ben de size epey hizmet ettim, bana hâlâ birşey ihsan etmediniz niyaz ediyorum... demiş.

Hazreti Gavs:
— «Pekâlâ, bugün bir helva pişir de bakalım kudret neler ihsan eder,

senin de gönlün olsun!..» buyurmuşlar.

Adamcağız:
— «Başüstüne» diye sevinerek helvayı pişirmeye başlamış.
O esnada Hindistan'dan bir heyet geliyor, Hazreti Gavs'a arz-ı ubûdiyyet ettikten sonra:

— Efendimiz! Hükümdarımız öldü, bize bir hükümdar göstermenizi niyaza
geldik... diyorlar.

Hazreti Gavs, helva pişiren adamını çağırarak:
— «Nasıl... Hind padişahlığını kabul eder misin?» diyor.

Adamcağız pür neş'e:
«Aman efendim, ihsan buyurdunuz» diye can atarak sevinirken, Hazreti Gavs:
— «Yalnız seni şu şart ile oraya padişah yapıyorum, ne kazanırsan yarı yarıya olacak.»

Pek tabiî olarak talib minnetle kabul etmiş. Nihayet Hindistan'da büyük bir saltanata, muazzam saraylara, mutantan debdebelere, hasnâ müstesna zevcelere, hüsn-i âna mâlik cariyelere, bir de erkek evlâda sâhib olmuş ve aradan on bir sene geçmiş, bir gün Gavsü'l-âzâm Abdülkâdîr Geylânî'nin Hindistan'a teşrifleri haberi çıkmış ve hükümdar Gavs-ı Sa-medânî'yi istikbâl ederek sarayında hizmetlerinde bulunmuş, bir kaç gün sonra da Cenâb-ı Pîr döneceklerini haber vermişler.

Padişah:
— «Efendim! biraz daha rağbet edip bizleri sevindirseniz» diye niyazda
bulunmuşsa da Hazreti Gavs'ın muhakkak teşrif edeceklerini anlayınca:
— «Efendim! Kusurlarımızı afv buyurun» dediği zaman,

Gavsü'l-âzâm Hazretleri:
— «Yalnız sizinle bir sözümüz vardı, sizi biz buraya padişah gönderirken ne kazanırsanız yarı yarıya olacak diye bize söz vermiştiniz, binaenaleyh buraya geldikten sonra ne kazanmış iseniz hesaplaşmak istiyorum.»


Padişah bütün servetini tespit ettirerek yarı yarıya ayırmış ve Hazreti Gavs'ın huzuruna arzetmiş.

Gavsü'l-âzâm:
— «İyi ama siz bir erkek evlât da kazandınız, onu da taksim etmemiz lâzımdır!..» diye emredince padişah:
— «O nasıl olacak?» diyor.

Hazreti Gavs:
— «Çocuğu ikiye böleceğiz size istediğiniz tarafı vereceğim.»
Çocuk ortaya getiriliyor, Gavsü'i-azâm Hazretleri keskin kılıçları ile:

— «Destur!» deyip çocuğu tam ikiye ayıracakları esnada, padişah belindeki mücevher işlemeli hançerini çekerek:

«Ey sahhâr herif! Senelerce bana hizmet ettirdin, bu yetmiyormuş gibi şimdi de tesadüfün bana verdiği ni'meti elimden almak istiyorsun!» diye tam hançerini Hazreti Gavs'ın göğsüne saplarken bir de bakmış ki elindeki kaşık helva tenceresine saplanıyor... Ne saraydan eser var, ne çocuktan, ne de saltanattan bir iz...


Bu hal karşısında hayretler içinde kalan talibe, Gavsü'l-âzâm tebessüm ederek:
— «Oğlum karıştır helvayı karıştır... biz bahi! değiliz veririz amma meyanesi gelmeden de olmaz!..» buyurmuşlardır.

(Kaynak: Seyyid Abdülkadir Geylani / Taç´ül Evliya ve Burhan´ül Eşfiya / Gaybın Dili / Muhammed Sadık´ül Sadi / Hazırlayan Bekir Uluçınar / Uluçınar Yayınları İstanbul 1981)

 

 

03) MAĞLUP OLDUM DEME!

Şeyh Abdülkâdîr'in Abdullah bin Nukta adında bir komşusu vardı, kumarbaz mı kumarbazdı...

Bir gün kumar oynadığı adamlar onu yendiler, nesi varsa aldılar, hatta oturduğu evi de kumarda kaybetti. Bunun üzerine:

— Haydi var mısınız? Şu elimi koyuyorum... Eğer bu sefer de mağlûp ederseniz elimi keseceksiniz! dedi ve oyuna başladılar. Derken yine mağlûp oldu...


— Uzat elini!., dediler. Uzattı; bıçağı görünce korkudan çekti elini...
— Mağlûp oldum de! dediler.
— Hayır! dedi.
— Öyleyse uzat elini! diye çıkıştılar. Adam fena halde sıkışmıştı, ne yapacağını bilemiyordu...

Bu esnada bu hal kendisine malûm olan Gavsü'l-âzâm Abdülkâdîr (k.s.) evin damına çıkarak seslendi:


— «Bu seccadeyi al, onlarla tekrar oyuna tutuş, sakın mağlûp oldum, deme!»

Bu emir üzerine Abdullah seccadeyi aldı, onlarla oyuna tutuştu ve onları yenerek verdiklerinin hepsini hattâ evi de geri aldı. Bu başarısına gayet çok sevindi ve Şeyh Abdülkâdîr (k.s.)'e koşarak huzurunda bir daha kumar oynamayacağına dair tevbe etti. Bütün mallarını da fakirlere dağıttı.
O günden sonra helalından her gün iki yüz dinar civarında para kazanırdı ve bol bol fakirlere ikram ve ihsanda bulunurdu. Bir münasebetle Gavs onun hakkında şöyle demiştir:

— «İbni Nukta hepsinden sonra geldi, onlara (velîlere) dahil oldu...»

(Kaynak: Seyyid Abdülkadir Geylani / Taç´ül Evliya ve Burhan´ül Eşfiya / Gaybın Dili / Muhammed Sadık´ül Sadi / Hazırlayan Bekir Uluçınar / Uluçınar Yayınları İstanbul 1981)

 

 

 

04) ALTIYÜZ DİRHEM İPLİK

Bir ihtiyar kadının kızı altı öksüz bırakıp Dâr-ı Bekâ'ya intikal etmişti. Bu hâtûn haftada bin dirhem iplik eğirir, pazara götürüp satar ve aldığı para ile öksüzlere bakardı.

Bu saliha hatunun âlem-i ahirete göçmesiyle öksüzlerin iaşe temini onun annesi yaşlı kadın üzerine düşmüştü. Yaşlı hatun elinden geldiği kadar çalışıyor ve:

— İlâhî bu öksüzlerin rızkını gönder, benim iş işlemeğe gücüm yetmiyor. Diye Cenâb-ı Hakk'a dua ediyordu.

Bir gün altıyüz dirhem iplik hazır edip sabahın erken saatlerinde pazara gidiyordu. Tesadüfen Sultan Şeyh Abdülkâdîr'in hanesinin önünden geçerken Gavsü'l- âzam Hazretleri de sabah namazını kılıp mescidden çıkmış müridleriyle hanesinin önünde durmaktaydı. O esnada kadın şeyhe rastlayıp tazimde bulundu...

Şeyh de: — «Gülbacı hoş geldin, nereye gidiyorsun?» Diye sordu.

Hatun: Pazara gidiyorum, ipliğim var onu satacağım.

Şeyh: — «İpliği bana ver göreyim!» Hatun ipliği Abdülkâdîr'e verdi.

Gavsü'l-âzâm: — «Ya hatun benden bükülmüş iplik isteniyor. Bunu bana ver de ben satayım!» Hatun: — Lütuf edersiniz, dedi.

Sultan Abdülkâdîr lâtife eder gibi elindeki ipliği mescidin damına attı. Ve o anda bir kuş gelip ipliği kapıp kaçtı.

Hatun kendi kendine:
— Bu nasıl lâtifedir? Dedi. Müridler hatuna işaret ettiler;
— Ses çıkarma!., dediler.


Zira biliyorlardı ki Gavsü'l-âzâm Sultan Şeyh Abdülkâdîr'in her latifesinde bir hikmet vardır. Hatun dahi hiç ses çıkarmadı.

Seyyid Abdülkâdîr kadına:
— «Hatun canın sıkılmasın, ipliği satmağa gönderdim. Parası gelsin ne Kadar satıldı ise akçeni alırsın.» dedi.

Hatun:— Pekâlâ, deyip hanesine gitti.

Ertesi günü Gavsü'i-âzâm'a geldi:— Sultanım satıldı mı? dedi.

SeyyidAbdülkâdîr:— Satıldı, lâkin parası gelinceye kadar sabret, dedi.


Hatun hanesine gitti. Ve bir hafta sonra Gavsü'i-âzâm'a yine geldi:Gavsü'l-âzâm:— «Hatun yarın gel!» Dedi.

Hatun huzurundan çıkınca kendi kendine söylenmeğe başladı.

Müridler: — Sertlenme, bir hikmeti vardır. Bir iki gün daha sabret. Bakalım ne hikmet zuhur eder! Dediler.

Hatun yine hanesine gitti. Bir müddet sonra Gavsü'l-âzâm Abdülkâdîr'in huzuran birkaç tüccar geldi. El öpüp azim tazim gösterdikten sonra Gavsü'l-âzâm Hazretlerine bin filorin takdim ettiler. Huzurdan çıktıklarında müridler dahi merak edip, bunlara:

— Efendiler şeyhimize getirdiğiniz filorinler ne içindir? Diye sordular.

Onlar dediler ki;

— Filorinler şeyhindir. Biz tüccarlar Hindistan'dan ipek ve kumak almış dönmekte iken şiddetli bir rüzgâr esti. Yelkeni parça parça etti. Biz az daha boğuluyorduk. Kaptana: — Buna çare yok mudur? Diye sorduk.

Kaptan:— Altı yüz dirhem kadar iplik olsaydı yekleni dikerdik, gemi de yürürdü.Dedi.

Biz feryad edip:— Ya Gavsü'l-âzâm, Ya Sultanımız Şeyh Abdülkâdîr bize beş altı yüz dirhem iplik gönder. Malımızdan sana bin filorin nezr olsun, dedik. Derhal gördük ki o ipliği bir kuş getirdi ve gagasıyla gemiye bıraktı. Teraziye koyup tarttık. Altı yüz dirhem çıktı.
Elbirliğiyle yelkeni tamir ettik. Gemiyi yürütüp bu fena durumdan kurtulduk. Bunun üzerine borcumuzu ifâ için Şeyhe bin filorin takdim ettik, dediler.

 

Ertesi gün kadın geldi:

— Efendim para geldi mi? Dedi. Gavsü'l-âzâm çıkarıp bin filorini hatunun eline koydu. Hâtûn Gavsü'l-âzâm Seyyid Abdülkâdîr Hazretlerine arz-ı te-şekkürat etti. Ve paraları alıp hanesine gitti. Fakirlikten kurtuldu. Ve şeyhin müridi oldu.

İşte Meşayihin bin türlü oyunları vardır. Kimine kahir yüzünden görülürler, kimine lütuf yüzünden görünürler. Bunlara teslimiyetten başka çare yoktur. Bir dileğin husulünü Cenâb-ı Hakk isterse bir kuşu hayra vasıta kılar.

(Kaynak: Seyyid Abdülkadir Geylani / Taç´ül Evliya ve Burhan´ül Eşfiya / Gaybın Dili / Muhammed Sadık´ül Sadi / Hazırlayan Bekir Uluçınar / Uluçınar Yayınları İstanbul 1981)

 

 

 

05) TAKUNYALAR

Şeyh Ebu Ömer'le Osman anlatıyorlar: 555 tarihinde medresede Şeyhin önünde oturuyorduk: Ayağa kalktı, abdest aldı, takunyalarının üzerinde namaz kıldı.

Selâm verince şiddetli bir şekilde haykırarak takunyaların  bir tanesini havaya fırlattı. Gözümüzden gaip oldu gitti (takunya) Bir daha bağırdı, bu
sefer öbür takunyayı attı. Sonra geldi yerine oturdu.

İçimizden hiç kimse ona bir şey sormağa cesaret edemedik. Aradan yirmi üç gün geçti. Acem'den bir kafile gelerek:

— «Şeyh için bir adakta bulunduk, izin isteyin de girelim içeriye» dediler. İzin istedik...

Şeyh:— «İçeriye alın onları!» dedi.

İçeriye aldık, elbiseleri çıkardılar, baktık ki, Şeyhin yirmi üç gün önce havaya fırlattığı takunyalar onlarla beraber değil mi?

Hayret ettik ve sebebini sorduk. Anlattılar:

— Saferin üçüncü (bir Pazar) günü  (Takunyaları fırlattığı gün) yolda yürüyorduk. Anîden eşkiyaların hücumuna uğradık. Mallarımızı aldılar, içimizden birçok kimseleri de öldürdüler. Bir vadiye inip bizden aldıkları para ve sair eşyalarımızı taksim etmeye koyuldular.

Aramızda:
— «Şu anda mallarımızdan bir kısmını Şeyh Abdülkâdîr'e adasaydık belki de kurtulurduk» diye konuşmağa kalmadan ortalığı çınlatan iki haykırış duyduk.

O eşkiyaların da bizim gibi baskına uğradıklarını sanmıştık...
Meğer keyfiyet hiç de sandfğımız gibi değilmiş... Çünkü onlardan birkaç kişi gelerek bize:

— Haydi gelin mallarınızı alın ve bize neler olmuş bir görün! deyivermezler mi? Hemen koştuk, bir de ne görsek: Kafile reislerinden iki kişi, yanlarında henüz ıslaklıkları kurumamış birer takunya olduğu halde ölü değiller mi?

Bizi oraya çağıranlar, «Bu işi mutlaka büyük bir sırrı olmalıdır!» diyerek mırıldandılar. Ve bize; «İşte o vakit adağımız olan mallarımızın bir kısmını takdîm'e şimdi buraya geldik...» dediler.

(Kaynak: Seyyid Abdülkadir Geylani / Taç´ül Evliya ve Burhan´ül Eşfiya / Gaybın Dili / Muhammed Sadık´ül Sadi / Hazırlayan Bekir Uluçınar / Uluçınar Yayınları İstanbul 1981)

 

 

 

06) RAHİP

Hazreti Gavsü'l-âzâm Abdülkâdîr Geylâni (k.s.) zamanında Irak'ta bir rahip vardı. Kendisi gayet âlim ve zekî idi. Hazreti Bâzül Eşhep yolunu neşre başladığı vakit o bütün dikkat ile Gavsü'l-âzâm'ın vaazlarını dinliyor, kitaplarını okuyor, onun adamlarını dinliyor, hareket tarzlarına dikkat ediyordu...

Nihayet epey müddet sonra garbe doğru yola çıktı. Tam bir Kâdîri şeyhi
kıyafetine bürünmüştü. Vardığı şehirlerde kendisini bir kâdîri şeyhi olarak tanıttı. Etrafına az bir müddetle bir çok kimseler toplandı. Rahip onları Kâdîrilerden öğrenmiş olduğu tarzda terbiye etmeye ve onları Hazreti Abdülkâdîr'in evlâdı olarak yetiştirmeğe başladı.

Bu yetişenleri öyle bir zevk ve heyecanla manevî yolda ilerliyor ki, bunlardan kırk kişi Evliya mertebesine erişmişlerdi. Fakat ne kendisi bunların ermiş olduğunu ne de onlar Şeyhlerinin Rahip olduğunu bilmiyorlardı. Bir gün den/işleriyle birlikte gezmeğe çıkmışlar.

Bir nehir kenarına gelmişlerdi. Bir de baktılar ki, nehrin öbür tarafı daha
güzel. Rahip dedi ki: — Karşı taraf daha güzel, fakat nasıl geçeceğiz?

Dervişler:

—Biz yüzerek geçeriz! dediler. Şeyh dudak büktü.
— Peki, geçin bakalım! Dervişler:
— Destur, yâ Hazreti Pîr! deyip suyun üzerine yürüdüler. Ayakları ıslanmadan karşı tarafa geçmişlerdi. Sıra şeyhlerine gelince; o evvelâ hayret etti.

Sonra (ben de tecrübe edeyim) dedi. Fakat suya basmasıyla ayakları ıslandı.

O zaman birden kendisiyle dervişleri arasında olan farkı anladı. Hazreti Muhammed'e (s.a.v.) îman getirenlerin ne büyük bir mevkiye eriştiğini idrâk etti. Ve bu sefer bütün kalbiyle:

— Ya Hazreti Abdülkâdîr, Ey Hazreti Muhammed (s.a.v.)'in sevgili oğlu, ben şimdiye kadar senin yolunda yürüdüm. Şu dakikada büyüklüğünü anladım. İman getiriyorum. «Lâ ilahe illallah Muhammeden Resûlüllah... Beni mahcup çıkarma Ya Hazreti Pîr Destur!

Şeyh ayağını suya bastı. Ve o da yürüyerek karşı yakaya geçti. Dervişlerine kendisinin o ana kadar İsevî olduğunu ve artık Hak dîni bulmuş olduğundan bahsetti ve isterlerse kendisinden ayrılabileceklerinden bahsetti.

Onlar: — Biz senin sayende velayet mertebesine eriştik, senden ayrılmayız demiştik. Ve o da bu olaydan sonra Şeyh İsâ lâkabını almış ve «İsevî kolu» ondan gelmiştir.

(Kaynak: Seyyid Abdülkadir Geylani / Taç´ül Evliya ve Burhan´ül Eşfiya / Gaybın Dili / Muhammed Sadık´ül Sadi / Hazırlayan Bekir Uluçınar / Uluçınar Yayınları İstanbul 1981)

 

 

 

07) EŞKİYA

Şeyh Muhammedi bin Kaid el-Evâni anlatıyor:
— «Şeyhin yanında idim. O'na birçok mesele sordum. Bir defasında da şunu sordum kendilerine:

— «İşini ne üzerinde te'sis ettin?» Cevap verdiler:

— «Doğruluk üzerine. Hayatımda hiç yalan söylemedim.

Çocukluğumda, okul çağımda dahi yalan söylemedim. Küçüklüğümde bir arefe günü, sığır gütmeğe gitmiştim.

Sığır bana dönerek;
«Sen, bunun için yaratılmadın ey Abdülkâdîr. Beni nasıl olsa bir güden bulunur, sen ilim ve fazi için yaratıldın» ...dedi.

Hemen, korku ve dehşet içinde eve döndüm, evin damına çıktım, insanları Arafat'ta vakfede gördüm. Hemen anneme koştum dedim ki;

— «Anne beni Allah'a bağışla, Bağdat'a gitmeme izin, ver, orada ilim tahsil etmek ve salih kişileri ziyaret etmek istiyorum...»

Annem sebebini sorunca, durumu kendilerine anlattım. Ağladı ve kalkıp
babamdan kendisine miras kalan 80 dinarı getirdi, kırkını kardeşime ayırdı, kalan kırkını da bir kese içinde, boynuma taktı.

Bana, doğruluktan aynlayacağıma dair öğüt verdikten sonra izin verdi ve:
— Haydi oğlum, Allah yolunu açık etsin, yüzünü bir daha görmek bana nasip olmayacak...» ...deyip beni göz yaşları içinde uğurladı.

Küçük bir kafile ile Bağdat yoluna koyuldum. Hemedan'ı geçince, anîden kırk atlı eşkiya çıkıverdi. Kafileye saldırdılar, bana ilişmediler....

Biri beni alıp onlardan kaçırdı, fakat bana sordu:
— Ey fakir, yanında ne kadar para var? dedi.

Ben:
— Kırk dinar... dedim.
— Nerede o para? dedi.
— «İşte şuracıktı, duruyor..» diye cevap verince, bana inanmadı, kendisiyle Alay ettiğimi sanarak, yanımdan uzaklaştı...

Sonra, diğer biri yakaladı beni ve ilk defa soran kimse gibi sordu ve ben aynı cevabı verdim. Sonra, her ikisi beni önleri katarak, eşkiya reisine götürdüler. Ona kendilerinenasıl cevap verdiğimi anlattılar.

Bunun üzerine eşkiya reisi:
— Getirin, dedi. Ben onu konuşturmasını bilirim. Nihayet, beni yanına iyice yaklaştırdıktan sonra:
— Paran nerede? diye sordu.
— İşte şuracıkta, koltuğumun altında... dedim.

Bunun üzerine yakamı yırttı ve parayı aldı. Hakikaten dediğim gibi, kırk dinarı görünce hayret etti ve sordu:

— Seni bu doğruluğa sevk eden sebeb nedir?
Ben:— «Annem benden, hiç yalan söylemiyeceğime dair söz almıştır. Ben de ona verdiğim sözde duruyor, o, canım anneme hiç hıyanet etmiyorum. Ölsem bile, ona verdiğim sözden asla vaz geçmeyeceğim.» dedim.

Benim bu kesin ve kesin olduğu kadar da samimî olan cevabımı duyunca adam:
— Ya, dedi. Demek sen annene verdiğin sözden hayatın pahasına da olsa
dönmüyorsun, ya biz nasıl insanız ki «elestü bî rabbiküm» bezminde (yani ruhların vücut kokusu almadan evvelki hâllerinde, Cenâb-ı Hak'ka verdiğimiz sözden imtina eder ve eşkıyalık yaparız. Şu andan itibaren ben sizin reisiniz değilim...» diyerek benimle beraber Bağdat'a gelmeye karar verdi.

Onun o samimî halini gören diğer kafile mensupları:
— Sen bizim dünya işlerinde reisimizdin. Âhiret işlerinde de reisimiz ol. Biz de seninle beraber Bağdat'a geliyoruz...» ...dediler.

Ve kafileden aldıklarını, bir bir sahiplerine teslim ettiler. İşte huzurumda
Allah'a boyun eğip ilk defa onlar tevbe istiğfar ettiler.»

(Kaynak: Seyyid Abdülkadir Geylani / Taç´ül Evliya ve Burhan´ül Eşfiya / Gaybın Dili / Muhammed Sadık´ül Sadi / Hazırlayan Bekir Uluçınar / Uluçınar Yayınları İstanbul 1981)

 

 

 

08) HAKİM

Gavsü'l-âzâm'ın ufukları kaplayan şöhretine hayran olan bir hakim (filozof ve dehlî) uzak beldelerden gelerek yüce Gavs'ı ziyarete büyük bir istekle koşar.

Ancak Gavsü'l-âzâm (r.a.)'ın dergâhına vardıkta, avluda emsalsiz kırk at görür...

Yular ve eğerlerinin bile altın işlemeli olduğunu, terlediğinde üzerine örtülen örtünün dâhi ipekten dokunmuş olduğunu görünce de, Gavsü'l-âzâm'ın hâşâ dünya perest bir zât olduğuna inanarak imânı sarsılır.

Mevlâ'nın hikmeti İlâhisine bakın ki, o hakim öyle tehlikeli bir hastalığa yakalanır ki, doktorlar çare bulamaz.

«Ger âlemiyyân cümle tâbibân bâşet Halli nîkünet müşkilimâ illâ Hû» Yâni «Bütün âlem büyük bir hastane olsa, bütün insanlar da doktor olsalar benim hastalığıma, derdime (Hû)'dan başkası çare bulamaz» sırrı tecellî eder.
Doktor, o hakime her gün bir atın dalağını yerse kurtulabileceğini kesin bir dille söyler. Nitekim, o hakim, Gavsü'l-âzâm'ın avlusunda gördüğü atların hergün birinin kesilerek dalağını yemek suretiyle kırk günde iyi olur.

 

Bu menkıbede anlatılmak istenen şudur: O münkir hakim, Gavsü'l-âzâm'ın avlusundaki kırk atı görmekle hâşa, dünyaperest olduğunu sanarak, inkâra saptığı için, yüce Mevlâ kendisini o atların dalaklarını yemeğe mecbur eden bir hastalığa yakalatarak gerekli dersi vermiştir. Asıl menkıbenin ruh noktası ve ders alınması gereken işte buradadır.

(Kaynak: Seyyid Abdülkadir Geylani / Taç´ül Evliya ve Burhan´ül Eşfiya / Gaybın Dili / Muhammed Sadık´ül Sadi / Hazırlayan Bekir Uluçınar / Uluçınar Yayınları İstanbul 1981)

 

 

 

 09) CENNET KÖŞKÜ

Habib-i Acemi (Radiyallah-u anh);

Evliyanın büyüklerinden. Hazreti Hasan-i Basri (r.a.) nin talebesi ve hazreti Dâvûd-i Tâ-i’nın hocasıdır. Künyesi Ebû Muhammed’dir Hicri 120 (Miladi 739) da vefat etti.)

Horasanlı bir kimse, Basra’da yerleşmek için, Horasandaki evini 10.000 dirheme satıp, hanımı ile beraber Basra’ya geldi.

Hacca gidecekti. Basra’da bu 10.000 dirhemi kime emanet edebilirim? Diye sordu. Habib-i Acemi (r.a.) gösterdiler. Horasanlı zat Habib-i Acemi (r.a.) ye geldi.

Ve şöyle dedi;

-“Ben hanımımla beraber hacca gidiyorum. Bu 10.000 dirhem ile burada (Basra’da) bir ev almak istiyorum. Münasıp bir ev bulursanız, bu para ile alırsınız.”

Horasanlı böyle söyledikten sonra hanımı ile beraber Mekke’ye doğru yoluna devam etti.

Bu sırada Basra’da kıtlık meydana geldi. Habib-i Acemi (r.a.) dostlarıyla istişare edip, bu 10.00 dirhem’i gıda maddesi almaya ve muhtaçlara dağıtmaya karar verdi.

Ba’zıları dediler ki;

-“O kimse bu 10.000 dirhem’i, kendisine bir ev satın almanız için bırakmıştır.”

Habib-i Acemi (r.a.) Buyurdu ki;

-“Bu parayla aldığım gıda maddelerini tasadduk ederim sonra o kimse için, Aziz ve Celil olan Rabbim’den cennete bir köşk satın alırım. Eğer Horasanlı bu duruma razı olursa ne âl’â, ama razı olmazsa paralarını geri veririm.”

Böylece paraları muhtaç olanlara yiyecek te’min etmekte kullandı.

Nihayet Horasanlı zat Hac’dan dönüp Habib-i Acemi (r.a.) ya geldi;

-“Ben, onbin dirhemin sahibiyim O para ile ev almış iseniz onu istiyorum. Yok almamış iseniz bana paraları iâde ediniz ben kendim ev alayım.” Dedi.

Habib-i Acemi Hazretleri (r.a.) buyurdu ki;

-“Sana öyle bir köşk satın aldım ki, bahçesinde ağaçlar, meyveler, nehirler bulunmaktadır.”

Horasanlı hanımının yanına döndü ve;

-“Habib-i Acemi (r.a.) bizim için, sultanlara mahsus azamette ve güzellikte bir ev satın almış.” Dedi.

İki-üç gün sonra Habib-i Acem-i (r.a.) nın yanına gelip evi sordu. Habib-i Acemi (r.a.) horasanlıya, Basra’lıların çektikleri yiyecek sıkıntılarını, insanlara hizmet etmenin faidelerini, buna mukabil cennet ni’metlerinin güzelliklerini münasip bir Lisanla anlattı.

Ve sonra Buyurdu ki;

-“Senin için Rabbim’dencennette bir köşk satın aldım ki sofaları, nhirleri fevkalâdedir.”

Ve sonra Buyurdu ki;

-“Senin için Rabbim’den, CENNETE BİR KÖŞK SATIN ALDIM Kİ SOFALARI, NEHİRLERİ FEVKALÂDEDİR.”

Horasanlı bunları dinletikten sonra, tekrar hanımın yanına döndü. Olanları anlattı. Her ikisi de bu duruma çok sevindiler.

Horasanlı adam Habib-i Acemi (r.a.) ın yanına gelip;

-“Bizim için SATIN ALDIĞINI KABUL ETTİK. LAKİN BİZE BUNUN SENEDİNİ DE YAZARSANIZ.” Dedi.

Hazreti Habib-i Acem-i (r.a.);

-“Peki.”buyurdu.

Ve bir Kâtip istedi.

ŞÖYLE YAZDIRDI..

-“BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM. BU, EBÛ MUHAMMED HABİB-İ ACEMİ’NİN, AZİZ VE CELİL OLAN RABBINDEN, ŞU HORASANLI İÇİN SATIN EV ALDIĞININ SENEDİDİR. HABİB-İ ACEMİ, BU KİMSE İÇİN RABBİNDEN ONBİN DİRHEME CENNET’TE ÖYLE BİR EV SATIN ALDI Kİ, O EVİN KÖŞKLERİ, NEHİRLERİ, AĞAÇLARI, SOFALARI VE DAHA NİCE GÜZEL SIFATLARI VARDIR. ALLAH-U TEÂLÂ BU GÜZEL EVİ BU HORASANLIYA VERECEK, BÖYLECE HABİB-İ ACEMİ’Yİ ONBİN DİRHEM BORCDAN KURTARACAKTIR.”

Horasanlı bu yazıyı alıp hanımının yanına döndü. Böylece Horasanlı kırk (40) gün daha yaşadı. Nihayet vefat ânı geldi.

Hanımına vasiyet etti;

-“Beni yıkayıp kefenliyenlere bu yazıyı ver, kefenime koysunlar.”

Horasanlı adam vefat edince, vasiyeti yerine getirildi, ve defn edildi.

Ertesi sabah bu horasanlı kimsenin kabrinin üstünde bir kağıt buldular.

Kağıtta bulunan yazılar parlıyordu.

VE ŞÖYLE YAZILIYDI;

-“EY EBÛ MUHAMMED HABİB-İ ACEMİ’NİN, ALLAH-U TEÂLÂ’DAN ŞU HORASANLI İÇİN ONBİN DİRHEME SATIN ALDIĞI KÖŞKÜN BERATIDIR. ŞÜBHESİZ Kİ ALLAH-U TEÂLÂ HORASANLIYA HABİB’İN ARZU ETTİĞİ KÖŞKÜ VERDİ. VE HABİB-İ ACEMİ’Yİ ONBİN DİRHEM BORÇTAN KURTARDI.”

Habib-i Acemi (r.a.) mektubu alınca, hem okuyor, hem öpüyor, hem ağlıyor, hemde dostlarının bulunduğu yere doğru yürüyordu.

Ve;

-“Bu Rabbimden bana berattır.” Diyordu.

(Kaynak: Abdülmecid Hani / El-Hadâiku'l-Verdiyye / Türkçe'ye tercüme eden Abdulkadir Akçiçek / Rehber Yayıncılık İstanbul 1986)

 

 

10) HIRSIZLIK EMRİ

Şah -i Naksibendi hazretleri, bir defâsında Buhârâ'da Gülâbâd mahallesinde bir dostunun evinde, talebeleri ile sohbet ediyordu. Talebelerinden Molla Necmeddîn'e dönüp; "Sana ne söylersem, sözümü tutup söylediğimi yapar mısın?" dedi.

Molla Necmeddîn, "Elbette yaparım efendim." dedi. "Eğer bir günah işlemeni söylesem yapar mısın? Meselâ hırsızlık yap desem yapar mısın?" dedi. Bunun üzerine Molla Necmeddîn; "Mâzur görünüz efendim, hırsızlık yapamam." dedi.

"Mâdem ki bu hususdaki isteğimizi kabûl etmiyorsun, meclisimizi terket!" buyurdu. Molla Necmeddîn bunu duyunca, dehşet içinde kalıp, olduğu yere düştü ve bayıldı. Orada bulunanlar

Şah -i Naksibendi hazretlerine yalvarıp, onun affedilmesini istediler. Kabûl edip affetti.

Molla Necmeddîn de kendine gelip kalktı. Bundan sonra hep berâber o evden dışarı çıktılar, Dervâze-yi Semerkand (Semerkand Vâdisi) denilen tarafa doğru gittiler. Sah -i Naksibendi hazretleri, yolda giderlerken, bir ev duvarı gösterip talebelerine dedi ki:"Bu duvarı delin, evin içinde falan yerde bir çuval kumaş vardır. Onu alıp getirin." Talebeleri bu emre uyup, duvarı yardılar. Kumaş dolu çuvalı buldular ve çıkarıp getirdiler.

Sonra bir köşeye çekilip bir müddet oturdular. Bu sırada bir köpek sesi işitildi. 

Şah-ı Nakşibendi hazretleri, talebesi Molla Necmeddîn'e; "Bir arkadaşınla gidip evin etrâfına bakın ne vardır?" dedi. Gidip baktılar ki, eve hırsızlar gelmiş, başka bir duvarı yarıp evde ne varsa almışlar. Gidip bu durumu Behâeddîn Buhârî hazretlerine haber verdiler. Talebeler bu hâle şaştılar. Sonra tekrar talebeleri ile birlikte önceki misâfir oldukları eve döndüler.

Sabahleyin, gece o evden aldırdığı kumaş dolu çuvalı sâhibine gönderdi. Talebelerine; "Gece buradan geçerken, bu malınızı alarak hırsızların çalmasına mâni olduk, bu malınızı hırsızlardan kurtardık." demelerini tenbih etti. Onlar da götürüp sâhibine teslim ederek durumu anlattılar.

Şah-ı Nakşibendi hazretleri, bundan sonra talebesi Molla Necmeddîn'e dönüp;"Eğer sen emrimize uyup da bu hizmeti yapsaydın, sana çok sırlar açılacak ve çok şey kazanacaktın. Neyleyelim ki, nasîbin yokmuş." dedi. Molla Necmeddîn ise, yaptığına çok pişmân olup, yanıp yakındı.

(Kaynak: Abdülmecid Hani / El-Hadâiku'l-Verdiyye / Türkçe'ye tercüme eden Abdulkadir Akçiçek / Rehber Yayıncılık İstanbul 1986)

 

 

11) RÜYA

Âlimlerden biri, Behâeddîn Buhârî'nin (Şah-ı Nakşibendi) talebelerinden bir grupla Irak'a gitti. O anlatır: "Yolda Semnân şehrine varınca, burada ismi Seyyid Mahmûd olan, mübârek bir kimsenin bulunduğunu ve hocamızı çok sevenlerden olduğunu duyduk.

Topluca onun ziyâretine gidip, hocamıza bağlılığının sebebini sorduk. Dedi ki:"Resûlullah efendimizi rüyâda gördüm. Çok güzel bir yerdeydi.

 Yanında heybetli bir zât vardı. Ben, Resûlullah'a tevâzu ve edeb ile yaklaşıp; "Sohbetinizle şereflenemedim, bereketli zamânınızda ve huzûrunuzda bulunamadım, bu büyük ve eşsiz saâdeti kaçırdım, şimdi ne yapayım?" diye arz ettim. Bana; "Bereketime ve beni görmek fazîletine kavuşmak istersen, Behâeddîn'e uy!" buyurdu. Sonra yanında duran mübârek zâtı işâret etti.

 Bundan önce Behâeddîn Buhârî'yi görmemiş idim. Uyanınca, ismini ve şeklini, şemâilini bir kitabın üstüne yazdım. Uzun zaman sonra, bir manifaturacı dükkânında oturuyordum. Nûrlu ve heybetli bir zât gördüm. Geldi ve dükkânda oturdu. Yüzünü görünce, o simâyı hatırladım. Birden bende büyük bir hâl ve değişme oldu. Kendimi toparlayınca, evime gelip şereflendirmesini ricâ ettim. Kabûl buyurdu.

Kalktık, o önde ben arkalarında yürüdük. Bizim eve gelinceye kadar, hiç dönüp bana bakmadı. Ondan gördüğüm ilk kerâmet buydu. Çünkü o, bizim evin nerede olduğunu, daha önceden bilmiyordu. Doğruca bizim eve gitti. Sonra kütüphânemin bulunduğu odaya girdi. Çok kitabım vardı.

Elini uzatıp bir kitap çıkardı. Bana uzattı ve;"Bu kitâbın üzerine ne yazdın?" buyurdu. Bir de ne göreyim. Yedi sene önce gördüğüm ve târihini yazdığım rüyâ orada yazılı idi. Bu kerâmetlerinden, daha ilk anda bende büyük bir hâl hâsıl oldu. Kendime gelince, bana lutf ile mukâbele edip, beni talebeliğe kabûl buyurdu ve kapısında hizmet edenlerin saâdeti ile şereflendirdi."

(Kaynak: Abdülmecid Hani / El-Hadâiku'l-Verdiyye / Türkçe'ye tercüme eden Abdulkadir Akçiçek / Rehber Yayıncılık İstanbul 1986)

 

 

12) BALTA HIRSIZI

Bir adam baltasını kaybetmişti. Onu, komşusunun oğlunun aldığını sanıyordu. Komşu çocuğunun hareketlerini gidişine bakıyordu.

Her şey, onun balta hırsızı olduğunu gösteriyordu.

Yürüyüşü, hareketleri, bakışları balta hırsızı gibiydi. Her şey ama her şey apaçık ortadaydı. Yüzü de balta hırsızına andırıyordu.

Bütün hareketleri, balta hırsızından başka bir şeye benzemiyordu. Balta hırsızı olmayan bir insan böyle davranamazdı, böyle bakmazdı.

Demek ki bu çocuk balta hırsızıydı.

Adam bir gün baltasını bir çukurda unuttuğunu anımsadı. O çukura gitti. Baltası olduğu gibi bu çukurda duruyordu.

Ertesi gün komşu çocuğunu gördü. Çocuğun hiçbir hareketi bir balta hırsızına benzemiyordu.

Görünüşünü de bir balta hırsızı gibi değildi. Hatta çocuğun yüzünde

birçoklarına göre sevimlilik ve güven vardı...

(Kaynak: Çin Halk Hikayeleri / Lie-zi (Litseo) M. Ö. 450 – M. Ö. 375 / Sırların Sırrı «Tao» Çin Tasavvufu, Fransızcadan Çeviren: Bedia Dikel,   Mayataş Yayınları, 1972, İstanbul)

(Almanca Kaynak: (Wer hat die Axt gestohlen?) Liezi (Liä Dsi) Das wahre Buch vom quellenden Urgrund / Richard Wilhelm (Übersetzung u. Kommentare): Liä Dsi. Das wahre Buch vom quellenden Urgrund. Eugen Diederichs Verlag, Düsseldorf/Köln 1967) (Orig. 1911)

 

Wer hat die Axt gestohlen?

Es war einmal ein Mann, der hatte seine Axt verloren. Er hatte seines Nachbars Sohn im Verdacht und beobachtete ihn. Die Art, wie er ging, war ganz die eines Axtdiebes; sein Gesichtsausdruck war ganz der eines Axtdiebes; die Art, wie er redete, war ganz die eines Axtdiebes; aus allen seinen Bewegungen und aus seinem ganzen Wesen sprach deutlich der Axtdieb. Zufällig grub jener einen Graben um und fand seine Axt. Am anderen Tag sah er seinen Nachbarssohn wieder. Alle seine Bewegungen und sein ganzes Wesen hatten nichts mehr von einem Axtdieb an sich.